Radyo... ( devam...)



Radyo…

Siz hiç çenenizi masaya dayayıp,
masanızın üzerindeki radyonun içinde insanlar olduğunu düşünmüş müydünüz?
Aydın’ın Çine’sinde doğmuşum ben…
Beş  yaşlarımdı sanırım…
Akşamları radyonun masal saatleri yayınında,
bendeniz cennet kuşunuz, radyonun içinde yaşardım adeta…
Hala durur o radyomuz…
Benden iki yaş büyük canım ağabeyim, kıymetlim el koymuştu sonraki yıllarda…
Şöyle kocaman… Mobilyalı… Açılınca içinde ışıkları yanan güzel bir radyodur …
O tarihlerde şimdi televizyon dediğimiz aptal kutusu yok tabi daha…
Aslında var da ülkemize henüz teşrif etmemişler…
O tarihler derken,
tarih hususunda bir beklenti oluşmasın sakın…
Kadınız işte fazla söze ne hacet…
Şimdilerde biraz hassas yaklaşıyorum diyelim biz bu duruma…

Ne diyorduk?
O tarihlerde televizyon yok tabi de kalmıştık,
İşte öyle,
hatta bir çok evde radyo bile yok…
Ama bizim radyomuz büyük ve ses düzeni mükemmel…
Ne de olsa memur ailesiyiz…

Annem akşam yemeği için hazırlık yaparken,
radyo da masal saati başlardı…
Ben o tarihlerde mini minnacık bir kız çocuğu olarak,
anca masa boyuna gelebilmişim belli ki…

Radyonun içine girebilmek amacı ile mi bilinmez,
İki elimi kenetleyip kollarımı masanın üzerine koyar,
çenemi de kenetlenmiş ellerimin üzerine yerleştirdikten sonra,
radyonun ışıklı panosuna yakın olacak şekilde ayakta konuşlanırdım masa kenarına…
Sonra ne mi olurdu?
Başlardım masal kahramanlarını radyonun içinde aramaya…
Öyle de güzel seslendirilirdi ki o masallar…
O kahramanların küçülerek, radyonun içinde tiyatro gibi sahne aldıklarını düşünürdüm…
Dikkatinizi çekerim, tiyatro dedim…
Beş yaşlarındaki bir çocuk olarak tiyatronun bilincindeyim gördüğünüz gibi…
Kışlık ve yazlık sinema zaten hep gündemde …
Ama bir de tiyatro var kasabada…
Kasaba sakinlerinin kendi kendilerine sahneye koydukları eserler var…

Her güne bir masal…
Her masal bir hayat dersi…
Böyle büyüdük biz…
Kardeşlik, dostluk, insanlık ve onur bizim kuşak da farklıdır o yüzden…
Paylaşımcı çocuklar olarak büyüdük…
Kemalettin Tuğcu , Ömer Seyfettin hikayeleri ile daha da çok pekişti bu duygular…
Bu yüzdendir vericiliğimiz, kendimizi hep ikinci plana atışımız, fedakarlıklarımız ve de keskin duruşumuz, özgüvenimiz, yeri geldiğinde kangren olmuş parmağı kesip atışımız…

Kendim ile ilgili şimdilerde farkına vardığım,
hayal gücüm ve haddinden fazla duygusallığımın nedenleri sanırım her şey gibi
çocukluğuma dayanıyor…
Güzel, dolu dolu bir çocukluk geçirdiğimi düşünüyorum…

Bizim balonlarımız  anca bayramlarda olabiliyordu belki,
ama,
bizim parklarımız vardı…
Sokaklarımız güvenliydi…
Üç öğün yemek araları ful sokakta veya parkta geçerdi…
Örnek, evimizin karşısı parktı mesela…
Annemin ‘’yemek hazır çocuklar’’ diye seslenişi ile,
eve girip yemeğimizi yedikten sonra tekrar oyuna devam ederdik biz…


Aydının Çinesi…
Küçük bir kasaba…
Güzel bir evimiz vardı…
Şöyle verandalı…
Müstakil ve bahçeli…
Annem toprakla uğraşmayı sevdiğinden mi,
yoksa yeni yapılan evimizin borcu için tasarruf ettiğinden mi bilmem,
bahçemize sebze dikerdi…
Zira yine o zamanlarda,
genetiği ile oynanmış sebzeler de yoktu…
Annemin amacı sanırım tasarruftu…
Bunu şuna dayanarak söylüyorum. Biz büyüdükten sonra hep anlattığı bir şey var.
Bazı şeyleri elde etmek İçin emek vermek gerek der annem…
Sabır etmek gerek diye devam eder…
Hatta bir keresinde eve gelen misafire evde sabun olmayınca,
biblo sabun verdiğini de ilave eder gururla…
Sanırım sabır konusu bende biraz dozunu kaçırmış durumda…




Devam....





Ayşe Nurhan Karahan

Popüler Yayınlar